Klişe bir
film sahnesi vardır. Filmin bir karakteri rüyasında, öldüğünde veya olağandışı
başka bir durum gerçekleştiğinde; bembeyaz bir yere gider. Yer, gök, sağ, sol,
doğu, batı... Her yer beyazdır. Bu bembeyaz yerde yine olağandışı başka bir karakter
ile karşılaşır. Bu kişi bazen bir melektir bazen de eski bir dost. Bizim
filmlerimizde ise bu olağandışı kişi genellikle ak sakallı dede olur.
Kafamda
olabildiğince sınırsız bir dünya kurmaya karar verdim. Bunun için bir insanı
sınırlama ihtimali olan ne varsa dünyadan çıkardım.
Öncelikle bu
sınırsız dünyayı kuran kişi ben olduğum için yırtıcı köpekleri çıkardım.
(Gerçekten yolumu değiştirtecek kadar sınırlıyorlar beni.)
Sonra bütün
insanlığı sınırlayan parayı çıkardım. "Parayı çıkartırsam sınıfsal
farklılıklar, fakirlikler, savaşlar biter; sınırsız bir dünya oluşur."
diye düşündüm. Ama ne kavgalar bitti, ne savaşlar, ne de fakirlik. Evet para
diye bir şey yoktu ama insanlar birbirlerini sömürmek için başka araçlar
buldular. Paraya göre oluşturduğum sınırsızlık algısının parayla sınırlı
olduğunu fark ettim. "Herkesin eşit parası olursa sınırlar kalkar."
derken, hiç kimsenin parasının olmadığı yerde bile sorunlar ve sınırlar oluştu.
İnsanlar
birbirine rahat ulaşsın diye düşündüm. Ülkelerin sınırlarını, vizeleri,
pasaportları sildim. Sınırlar silinince dağlar sorun oldu. Dağları da sildim.
Ama insanlar bu sefer de denizleri geçemediler. Denizleri de çıkardım.
Evinde
sınırlanmış hissedenler vardı. Evleri çıkardım.
Okullarda ve
iş yerlerinde hapsolduğunu düşünenler vardı. Bu ikisini de çıkardım. Bu arada
hapishaneleri de sildim.
Sınavları
sildim. Karanlığı sildim. Hastalıkları sildim. Bağımlılıkları çıkardım.
Ailesi
tarafından sınırlananlar vardı. Aileleri sildim.
Ölümden
korkanlar için ölümleri çıkardım.
Ayağımızın
altında zemin olmazsa yürüyemeyenler sınırlanmaz, dedim. Bütün zeminleri
sildim.
Bakışlar
sınırlıyordu. Gözleri sildim.
Duymak
sınırlıyordu. Kulakları sildim.
Konuşulanlar
sınırlıyordu. Ağızları sildim.
Yine de hala
sınırlananlar vardı. Başka bir insanın varlığından sınırlanıyorlardı. En
sonunda insanları da sildim.
Çıkartılacak
bir şey kalmadı. Bahsettiğim film sahnelerindeki gibi bembeyaz yerler kaldı.
Tek farkı ak sakallı dede yoktu. Çünkü ak sakallı dede de sınırlıyordu. Onu da
sildim.
Zeminin,
gökyüzünün, denizlerin, dağların olmadığı bembeyaz bir sınırsızlık insana ne
hissettirirdi?
Bu
sınırsızlık, doğduğundan beri -her insan gibi- sürekli olarak sınır aşmaya
çalışan beni boğdu. Bu bembeyaz yer "Neden varım?" diye bile
soramadığımız bir yerdi. Çünkü "Neden varım?" sorusu, dünyadaki
sınırlılıkla birlikte oluşmuş bir soruydu.
"Neden
varım?" sorusunu soramıyordum ama bu, soru sormama engel değildi. Ben de
başka bir soru sordum: "Sınırsız bir yerde ben neden varım?".
Bu bembeyaz
yerin henüz tam olarak sınırsız olmadığını fark ettim. Beni ben sınırlıyordum.
Beni de sildim. Ve sınırsız dünyam, beni yok etti.
Sonra normal
dünyama döndüm. Sınırları silemeyeceğime göre bir şeye göre sınır koymalıydım.
Sınır koymak zor olmadı:
Sınır fıtratsa,
fıtrat da sınırdı.
-------------------------------------------------------------------------------
İnsan
olduğumu fark etme serüvenimi okuduğunuz için teşekkür ederim.
Makul Dergi'nin 5. sayısı için yazılmıştır.